FERDI TAYFUR

 

ANA SAYFA ESERLERI RESIMLERI ALBUM RESIMLERI


FERDİ TAYFUR'UN HAYATI

1945 Yılında Adana'nın Hürriyet Mahallesi 381. sokakta Nezihe ablanın tek gözlü kerpiç evinde dünyaya geldim.Benden önce Tayfur isimli kardeşim varmış ve altı yaşından zehirli sıtma hastalığından kurtulamayarak ölmüş. Şimdi 4 kardeşiz. İkisi kız İkisi erkek. Benden büyük bir ağabeyim var adı Sermet. Küçüklerim ise Nafia ve Nerime, Annemin adı Şerife, babmın adı ise, Beyköylü Cumali.

<< BEYKÖYLÜ CUMALİ'NİN OĞLUYUM...>>
Sonradan annem anlatmıştı. Eğer ağabeyim Tayfur ölmeseymiş, belki de ben şimdi dünyada olmayacıkmışım. Öylesine yoksul bir durumdaymışız ki ailem o yıllar, beni doğurmak istememiş annem. Aldırmayı kafasına koymuş. Ama babam kendini içkiye vermiş oğlunun ölümü nedeniyle. Ve anam da o ızdırapla beni karnında unutmuş. Zorunlu olarak doğduğum zamanda , ölen oğularının adının önüne bir Ferdi eklenmiş, şimdiki kimliğime kavuşmuşum.
Altı yaşındayken babmı kaybettim. 29 yaşındaki ''Beyköylü Cumali '' beni , 3 kardeşimi ve annemi terkedip göçtü bu dünyadan. Şimdi hayal meyal anımsıyorum babamı. Ve hiç aklımdan çıkmıyor o dev yapılı efsane kahramanı babam. Özlüyorum ve sık sık rahmetli annemden, henüz tanıyamadığım babamın öyküsünüdinlemek istiyorum. Ama ilk sözcüklerle birlikte ağlamaya başlıyor. Sonra pişman oluyorum annemi üzdüğüm için. '' Dur anlatma anam ağlama söz bir daha babamı sormayacağım sana '' diyorum.
Bir yandan hıçkırıklara boğulan anam, yinede susmak bilmiyor ve kesik kesik cümlelerlebaşlıyor '' Beyköylü Cumali'nin'' öyküsünü dile getirmeye:
'' Baban toprağı olmayan, cebinde beşparasız bir köylüydü. Birbirimizi delicesine severek evlendik.Hapisten henüz çıkmıştı.Bir düğün gecesinde göz göze geldik ve beni istetti. O denli mert bir insandı ki, tüm çevre halkı ona sığınırdı. Bilekli ve yürekliydi. Zaten hapisede o yüzden düşmedi mi ? Halasının kocası askerdeyken halasına bir adam musallat olmuş. Cumali' ye haber salmış kadın. '' gel beni bu adamın elinden kurtar '' diye. O da bıçağı kaptığı gibi adamın peşine düşmüş. Ve bıçaklamış. Karınca bile incitmezdi ama, namusunuda düşkündü. Namusu için dünyayı yıkardı. Tabii Jandarmalar hemen tutuklayıp hapise atıyorlar. Bir kaç yıl yatıp çıkıyor. Çıkar çıkmaz da evleniyoruz.İşte o günden bugündür de namı '' Beyköylü Cumali'ye'' çıkıyor.
Sonra evliyken askere çağırıyorlar. Sen o zaman 4 yaşındaydın. Hatırlamazsın, baban çok senden ayrı kaldığına üzülerek gitti askere. Hiç unutmam sabah erkenden kalkıp seni uyandırdı ve dakikalarca sarılıp sarılıp öptü.

YOKSULLUKLA İLK TANIŞMA...
''Bu çocuğa iyi bak ileride büyük adam olacak hanım'' diyerek tahta bavulunu alıp yola koyuldu Arkasından su döktük. Sen uykulu gözlerle babana el salladın. Neden sonra bir ağlamaya başladın ki susturabilene aşkolsun. İlle '' baba baba '' diye tutturmuştun. Komşular. akrabalar güçlükle susturdular seni.
Her akşam seni ve ağabeyini alıp gezmeye götürürdü baban. Sen mi yoksa Sermet mi , bilemiyorum, geçmiş gün unutmuşum. Bir gün bir oyuncakçı dükkanında bir kamyon görmüşsünüz. Ayrılmak bilmemişsiniz dükkanın vitrininden. Çekiştirip duruyormuşsunuz babanızı '' kamyonu al '' diye. O gün Cumali eve geldiğinde yüzü sapsarı, gözleri öfkeden fırlayacak gibi... o dev yapılı adam adeta çocuk gibi ağlıyordu karşımda. Lanet ediyordu böyle hayata böyle yaşamaya. Sizlere o kamyonu alacak parası olmadığı için sabaha kadar uyuyamadı. Sigara üzerine sigara yaktı. Gezinip durdu odanın içinde. Bir ara yanınıza gelip ikinizi de okşadı, saçlarınızdan. Ay ışığı tam Cumali'nin üzerine vurmuştu. Hani musluktan su damlar ya, işte öylece gözlrinden yaşlar damlıyordu, yanaklarınız üzerine. Sizler ise mışıl mışıl uyuyordunuz.
Bana dönüp '' şu küçümenlere bak. Kim bilir belkide rüyalarında o kamyonu görüyorlardır şimdi. Allah belasını versin bu kahpe dünyanın. Ahh! sefil para. Rezil ettin beni be ! ''
'' Hadi yatsana artık Cumali Efendi. Yarın ola hayrola. ÇOcuktur onlar isterler. Ne üzüntü ediyorsun kendine''
O hala '' Niçin, niçin ? '' inliyor, haykırıyordu. Onu izlerken yüreğim parçalanıyordu.
Benim de içimi bir hüzün kaplamıştı. İnsan bazen öyle oluyor ki, yoksulluğu unutuveriyor. Sanki Allah buyruğuymuş gibi herşeye razı gösteriyor. Ama çaresizliğe düştüğün zaman da isyan ediyorsun, yumruklarını havaya kaldırıp onulmaz acını göğe doğru yükseltiyorsun.
İşte böylesi bir garipliğimiz vardı Adana'da.
Anamın nasırlı ellerini iki elimin arasına almış öpüyordum. Tarnısal bir anlam kazanmıştı yüzü. Saçlarının ak telleri gözlerinin üzerine düşmüş, tere ve yanaklarındaki ıslaklığa yapışıp kalmıştı. O anda odaya ilk kızım Tuğba girmişti. KUcağında yığınla oyuncak vardı. Getirip hepsini odanın ortasına döktü.
'' Allah bunlara yoksulluk göstermedi. Ey büyük Allah, sen ne kadar Kadirsin. Beni şu yavrularımdan ayırma'' diyerek duvalar etmeye başlamıştı rahmetli anam.
O kadar büyük sarsıntı geçiriyordu ki, karşımdaki yaşlı kadın bu duruma son vermek istiyordum. Ama o bir defa başlamıştı anlatmaya. Öyküyü yarıda kesmek adeta babama ihanet gibi geliyordu. Bir süre sustu. Tuğba'nın yanına giderek onu sevip okşamaya başladı...
Dışarıda hafif bir rüzgar vardı. Perdeler bayrak gibi dalgalanıyordu. Bir sigara yakıp pencerden dışarıya bakmaya koyuldum. Deniz gülüyordu adeta. Güneş aydınlattığı için, deniz de onun coşkun bir sevinç içindeki ışıklarını yansıttığı için mutluydular. Uzaktan anamla ( rahmetli ) kızıma bakıyordum. Biraz önceki o acılı yüzün nasıl sevince ve şefkate dönüştüğüne hayret ediyordum. Sürekli kucaklayıp öpüyordu babaanne torununu.
Benim için ne kadar dokunaklı ve mutlu bir tabloydu. Seyrine doyum olmaz ilahi bir gösteriydi bu candan sarılış ve öpüşler.
''Şimdi baban yaşasaydı da görebilseydi şu kızı. Ne kadar çok severdi. Ahh ! körolasıca talih. Ona o bıçağı saplayan eller, iki dünyada da rahat yüzü görmez inşallah '' Tüm bunları söylerken dişlerinin çatırtısını duyuyordum. Geçip yerine oturdu. Eliyle işaret ederek beni yanına çağırdı rahmetli annem.
'' Ferdi gel de devam edeyim. Baban çok yiğit adamdı.''
Daha öncede dinlemiştim bunları. Artık dinlemek istemiyordum . Çünkü annemden kuşku duyuyordum. Kaygılandım. Birkaç kez önemsiz de olsa kalp rahatsızlığı geçirmişti. Ayrıca bende çok bunalıyordum.
Çünkü biliyordum ki , öykünün en acıklı bölümü başlayacaktı. Benim de yaşadığım ve gözlerimin önünden gitmeyen babamın hazin ölüm hikayesini anlatacaktı. Kanlar içinde ve vücudu dört bir yandan bıçaklanmış babamı görür gibi oldum birden. Yüreğim sıkıldı, burkuldu. O ne olağanüstü bir manzaraydı. Ve ben o acıyı yeniden yaşıyacaktım. Mecburdum buna. Annemi kırmak istemiyordum. Bağrıma taş basıp dinleyecektim. Çünkü nede olsa anlatılan babamdı ve anlatanda canım kadar sevdiğim annemdi.

''Askere gitti baban. İzmir'deydi. Kız kardeşlerinden Nafia, o askere gider gitmez, Nerime ise daha sonra dünyaya geldi. O ne sıkıntılı günlerdi. 2 bebek ve 2 de küçük çocukla yaşam mücadelesi veriyordum. Sizleri yanıma alıp, kardeşlerinizi de sırtıma bağlayıp, pamuk tarlalarında açlışıyordum. Elime geçen birkaç kuruşu sizlere harcıyordum. Çünkü ben açlığa alışmıştım. Sizlerin yiyeceği maması önemliydi. Baban, yıllık izine geldiğinde o da tarlalarda çalışıyor, rençperlik yapıyordu. Bütün amacı, beş on kuruş para kazanıp bana giderken bırakmaktı. Sürekli sizleri doyasıyla sevememekten yakınıyordu.
Çünkü sabahları erken kalkıp kendisini tarlalara götürücek traktörlere yetişiyordu. Siz uykudayken gider, gecenin geç saatlerinde yine siz uyurken dönerdi. Hayatın bütün yüküyle omuzlarımıza çökmüştü sanki. Baş döndürücü bir hızla yuvarlanıp gidiyorduk bilinmedik yerlere. Hiç bir kimse de elimizden tutmuyor, dertlerimize bir çare getirmiyordu. Ama, sanki onlar bizden farklı mıydılar ? Mahallede hep birdik ve aynı yazgının tutsağıydık. Baban'la dertleşirdik gecenin geç saatlerinde. Ben yatağa uzanır, o da ayak ucuma oturup asker sigarasını yakar, elimi tutar, askerlik anılarını anlatırdı. Gün ışıyana kadar hiç uyumazdı. Beni de uyutmazdı. '' Bizden geçti Şerife, şu cocukları bari kurtarsak'' derdi devamlı... Ama kimi nasıl kurtaracağından da hiç söz etmezdi. Çünkü onları okutacak parası yoktu. BU da onu kahrediyordu. Zaman zaman cebinden bir cüzdan çıkartıp fotoğraflarımızı gösterirdi. Bu da olmasa şu askerlik çekilmez '' derdi.
'' Hadi, hadi '' derdim. '' Askerliğe kabahat bulma. Sana yaramış. Şişmanlamışsın baksana '' Yok be hanım. Bakma kilolu olduğuma. Kayın ağacı gibiyim. İçten içe çöküyorum .''
BU söz o kadar anlamız gelmişti ki bana. Yüzüne bakıp durdum öylece. Ne demek istemişti. Niye içten içe çöküyordu. Daha 30'unda bile değildi. Ama hiç üstelemedim.
'' Hadi yatalım artık '' Eliyle '' boşver'' gibilerinden bir daire çizdi havada.
'' 4 gün sonra iznim bitiyor. Canım hiç uyumak istemiyor. Sen de uyuma ne olur. Seninle konuşmayı o kadar çok özledim ki ''
'' olur '' deyip, kendisini dinlemeye koyuldum. Hiç durmaksızın anlatıyordu. Ama hep kederli öykülerdi anlattıkları. Dertlenir, hüzünlenir, birden susar, sonra yine başlardı konuşmaya. Çoğunlukla da işi gücü çocuklardı. İstemiyordu onların da kendisi gibi acı çekmesini, Yoksul düşmesini. Ama onlarında eninde sonunda aynı hayatın içinde olacaklarından emindi. Ve o zamanda Tanrı'ya yalvarıp mucize dilenirdi. Dört gecemiz de böyle gelip geçti. Yine bir sabahın ezanında çocuklar uyurken, varıp yollara düştü. Köşeyi dönene kadar da gözünü benden ayırmadı.
Babam askerde duvarcı ustasıymış. İzmir'de askeri inşaatlarda çalışıp dururmuş. Kötü yazgısı''Beyköylü Cumali'yi askerde de rahat koymamış. Birgün başına bir kaza gelmiş Bir hastanenin inşaatında görevli iken askeri aracın, arka kapısınınaniden açılması ile yere düşmüş.Hemen, daha bir kaç saat öncesine kadar duvarlarında mala salladığı, koridorlarında çimento taşıdığı hastaneye kaldırmışlar. Bir koğuş bulup yatırmışlar. Yarası pek ağır değilmiş. ama, acısı varmış omuzdan yana...
Bir hemşireyle tanışmış birgün hastanede. Genç güzel bir kızmış. Hastaneye bir Adanalı'nın geldiğini duyunca hemen ziyaretine koşmuş. O da Adanalı'ymış. Babamı görür görmez bir çığlık koparmış;
'' Aaaaa ben sizi tanıyorum '' Beyköylü Cumali ''değil misiniz? '' Meğerse kız babamın ününü yıllar önce duymuş.

Başlamışlar babamla sohbet etmeye.Kız ayrılmaz olmuş koğuştan. Kızın görevi aslında başka bir servisteymiş ama, gece-gündüz babama hizmet etmeğe başlamış.
Ve böylece aradan bir kaç gün geçmiş yada geçmemiş kız, yine sabahın ilk ışıklarıyla birlikte koğuşa girmiş usulca. Koca koğuşta bir babam, birde öte köşede 2-3 hasta uyanıkmış. Diğerleri mışıl mışıl uyuyormuş.Ayaklarının ucuna basa basa gelip yatağın ucuna bir kuş gibi konuvermiş. Oldukça heycanlı, telaşlı imiş. Babam hemen birşey söylemek istediğini anlamış.Amam hiç sesini çıkarmamış. Söyleyeceklerini beklemeye koyulmuş.'' Senin ününü ben çok duydum. Adana'da erkek adam olduğunu haksızın yanında yer aldığını söylerlerdi. Herhalde bana da yardım edersin değil mi ?
Ve, sonradan babamın hayatına mal olacak isteğini başlamış anlatmaya...
'' Yakında terhis oluyorsun... Hastaneden çıkmana da az bir zaman var.Bizim oralara döndüğünda falanca bir köyde bir toprak ağası vardır. O benim akrabam olur. Çocuklarının başı için ne olur ona söylede bana biraz yardım etsin. Sefaletimiz hep böyle ömür boyu sürecek mi ? Hiç bir çaresi yok mu ? bunun '' Beyköylü Cumali ? ''
Aradan iki gün geçmiş. Babam taburcu olmuş. Hava değişimiydi, birikmiş izinlerdi derken teskere alıp Adana'ya dönmüş...
'' Ama o ne dönüş '' diyor rahmetli anam
Bütün mahelleli evimize toplanmıştı. Gözün aydın Şerife bacı. Hoşgeldin Cumali Gardaş diyen, sarılıp öpüyordu babanı. Bir efsane kahramanı gini karşılanmıştı baban. ''
'' Hele sen yok muydun. Babanı bir an olsun yalnız bırakmıyordun. O kalabalığın arasında Cumali'nin pantolonuna yapışıp nereye gitse sen de ardından sürükleniyordun.''
Ahh.. Anam ne çok da acı çekmiş hayatta. Bütün bunları anlattırken hala o günlerin anılarıyla yüklüydü. Öylesine yoğun yaşıyordu o yıllar öncesine ve gençlik dönemlerini. Gözlerim bir ara anamın komidinin üsttündeki resimlere takılıyor. Ne kadar da değişmiş.Tazeliğinden ve coşkulu bakışlarından hiç bir iz kalmamış.Vücudu çökmüş, kamburu çıkmış, saçları ağarmış bir kadın artık o...
Şimdi, hayatın bir sırrı gibi karşımda duruyor. Ben bunları düşünürken, annem babamın askerden geliş günlerini özetlemeye devam ediyor.
'' Geldiğinin ilk haftasında benden çiğ köfte istedi. Biraz da para bırakıp: Sen hazırlığı yapadur, ben eti getiririm dedi. Sonra da çıkıp gitti. Eski arkadaşlarını görecekmiş. Ben sofrayı hazırladım. Yeşillikleri masaya yerleştirdim. Cumali'yi beklemeye başladım. Hayli geç olmasına rağmen ortalıkta yoktu. Sözde erken gelicekti de bana çiğ köftelik et getirecekti. Söylenmeye başladım. Ne gelen var ne giden. Beni aldı bir merak. Çünkü hiç böyle yapmaz söz verdi mi saatinde evinde olurdu...
Sizlere bir kaç lokma yedirip yatırdım. Gece tüm sessizliğiyle Adana'ya çökmüş, sokaklar boşalmıştı. Kulağım kapıdaydı. Bir tıkırtı duysam hemen kalkıp bakıyordum. Meğerse ben endişe içinde babanı beklerken o da ölümü kucaklamaya gidiyormuş. Ahh, bilseydim bırakır mıydım onu. önüne geçer, ayaklaranı kapanır, kapı eşiğinden dışarı komazdım. Sonradan öğrendim ki eski bir arkadaşına rastlamış. Arap ahmet diye biri. Ben de tanırım. Çok severdi babanı. Babanı yemeğe davet etmiş. O da kıramamış. gitmişler bir yere, yiyip içmişler. Sonrada yanlarına 2 arkadaşlarını alıp bir pavyona gitmişler.

İşte o pavyon babanın sonu oldu oğlum. Pavyonda o hemşire kızın bahsettiği ağa ya rastgelmiş.Sekiz on kişilik bir mahiyeti varmış adamın masasında. Baban kalabalık masaya gitmenin ayıp olacağonı düşünerek garsonla ağaya haber salmış.
'' Gelsin de hele kendisi ile bir konuyu görüşeceğim. Rica ettiğimi söylemeyi unutma ''
Garsonun haberi üzerine ağa memnuniyetle kalkıp gelmiş babannın yanına... Tanış çıkmışlar. Sarılıp öpüşmüşler. Biraz muhabbetten sonra Cumali, konuyu kendisine açmış. Kulağına eğilip akrabasının ricasını fısıldamış. Ağa teşekkür etmiş ilgileneceğini söylemiş. Sonra da izin isteyip masadan ayrılmış. Yerine döndüğünde arkadaşlarına hiç birşey söylememiş.
''Ağam niye kalkıp gittin o masaya. Ne oldu? Senden ne istediler ? '' diye soranlara da hiç yanıt vermemiş.
'' Yok bir şey, benim özel meselem. Siz karışmayın.'' Suskunluk içinde içmeğe devam etmiş ağa ve adamları. Ama, ağanın çakallarının içine bir kurt düşmüş. Snmışlar ki Cumali, ağadan haraç istiyor. Kinlenmeye öfkelenmeye başlamışlar için için. Neden sonra baban tuvalete gitmiş. Bunu gören çakallar, birer ikişer Cumali'nin arkasından gitmeye başlamışlar.
Ve etrafını sarmışlar. İlk anda şaşırmış baban. İtişip kakışma olmuş aralarında. Uzun boylu, atlet yapılıydı Cumali. Çekirge gibi de çevik. Vurduğunu yere sermiş. Biri silahını çekip yanlışlıkla arkadaşını yaralamış.Silah sesi pavyonu birbirine katmış. Babanın arkadaşlarından sadece Arap Ahmet kalmış. Karşı taraftan da çoğu kaçmış. Arap Ahmet, gidip babanın ellerine sıkı sıkıya sarılmış.
'' Yapma Cumali. Askerden yeni geldin. Daha çoluk çocuk doyamadı sana. Elinden bir kaza çıkıcak. Gel gidelim burdan.''
Arap Ahmet, Tam babanı dışarıya çıkaracağı zaman bunu fırsat bilen çakallardan biri başlamış babana bıçak sallamağa. Sol böğründen yaralanıp yere kanlar içinde düşmüş...
Sonra alıp hastaneye kaldırmışlar babanı. Taşıdıkları otomobilin içi kan gölü halindeymiş. Nöbetçi doktor hemen koşup ilk müdaheleyi yapmış. şafak sökmek üzereymiş.Güneş doğuyormuş. Adana'nın üstüne Gökyüzü masmavi pırıltılar içinde yeni bir gün başlıyormuş. Ve babam hastanede durmaksızın kan keybediyormuş.
Adana'nın bir köşesinde bir insan ölümle pençeleşirken diğer bir köşesinde de başka bir dram oynanıyormuş. Annem ağlamaklı gözlerle yollara düşmüş: Yanında da ben. Konuya komşuya, önüne her çıkana, babamı sormağa başlamış. O sırasa karşıdan koşmakta olan Deveci Mehmet'e rastlamış.
'' Ben de size geliyordum bacı. Cumali biraz rahatsızlandı da kendisini hastaneye yatırdık.

Merak etme bacım. Sizi götürmeğe geldim demiş.'' kesik kesik sözcüklerle, kısık bir sesle.
Anam daha da meraklanmış. Olduğu yerde sarsılmış.
Hemen bir faytona atlayıp gitmişiz hastanenin kapısına.
Kadınsı önsezilerle olayın çok önemli olduğunu anlamış anam.
Ama, dev gibi kocasına da fena şeyler kondurmak istemiyormuş. Beni aşağıda bırakıp onlar odaya çıkmışlar. Hayli kalabalıkmış babamın yanı. Duyan gelmiş. Babamı vuran adam da bir intikama kurban gitmemek için gidip polise sığınmış. arkadaşlarıyla da haber salmış:
'' Ben ettim, o etmesin. Sarhoştum beni bağışlasın'' diye
Ama, babamın konuşacak hali bile yokmuş. Altı gün boyunca inleyip durmuş. Karısını , beni ve 3 çocuğunu sayıklayıp durmuş geceler boyu. Son gecesi hep dualar etmiş Tanrı'ya. Bir yudum su istemiş anamdan. Kendine gelir gibi olmuş. Anamın eline sarılıp: '' Aman çocuklara birşey hissettirme. Onlar daha çok küçük. O minik dünyalarına kan ve göz yaşı sokmayalım.'' demiş.
Anam biden sevinmiş babamın iyiye giden bu durumuna.Başını iki elinin arasına alıp, bir kaç lokma bişeler yedirmek için. Kısa bir süre gözlerini tavana dikip, ellerini anama dolamış. '' Beni terketme Şerife '' gibilerinden. 1 saatlik bir sessizlikten sonra ruhunu teslim etmiş. O gözler bir daha açılmamacasına kapanmış.
Babamın ölümüyle birlikte çileli günlerimiz de başlıyordu. Genç yaşta ve 4 çocukla dul kalmıştı anam.
Önceleri biiz evlatlık verecek birilerini aradı.Ama kimse sahip çıkmadı bize. Akarabalarımız, hısımlarımız vardı. Fakat onların durumuda iyi değildi. Aradan kısa bir süre sonra bir çiftliğe gittiğimizi anımsıyorum. Orada annem pamuk tarlalarında çalışıyor ırgatlık yaparaka bize ekmek parası kazanıyordu. Ama sadece ekmek parası. Çünkü ağalar çok az para veriyorlardı.
Çukurovanın bir poyrazı vardır. Estimi yakar insanı. 3 gün kaldınız mı o pamuk tarlalarında simsiyah bişe olur çıkarsınız. Hele bir de güneşliyse hava, çalışmak insan için ızdırap olur . İşte, bu koşullar altında sabahın erken saatlerinden başlayıp, gün batımına kadar çalışıyordu annem çiftlikte. Biz de orada burada oynayıp duruyorduk. Ortalıkta görünmemiz yasaklanmıştı bize. Çünkü, çiftlik sahibi adam ayak altında dolaşan çocuklardan hoşlanmazdı. Zavallı anam bir yandan toprakla boğuşurken öte yandan da bizimle ilgilenmeye çalışırdı. Çok onurlu bir kadındı. Kesinlikle bizlere bir laf gelmesini ve incinmemizi istemez, yan gözle bakılmasını dahi hoş görmezdi. Hemen dikiliverirdi her kimse, onun karşısına.Bunu bildiğimiz için, babamın arkadaşları tarafından yönetilen çiftlikte , Sermet ile birlikte yaramazlık yapmamaya çaba gösterirdik. . '' Ama, diğer 2 kız kardeşim henüz çocuk sayılacak yaştaydılar. Söz dinlemiyolardı ve işin vehametinden habersizdiler. Çiftlik sahibi adamın gözüne batacak hareket yapacak olsak biliyorduk ki, aç kaldığımızın resmidir. Bir daha da nerde iş bulup çalışacak anam... Ve günler böyle geçip gidiyordu. akşamları çiftliğin avlusundaki çadırda kalıyorduk. Kuru ekmek yiyor, çorba içiyor, kırk yılın başındada bulgur pilavına kaşık sallıyorduk.
Üstümüz başımız perişandı. Yılkı atları gibi, başıboş büyüyorduk. Yaşıtlarımız okula gidip alfebe öğrenirken kendilerine bir gelecek hazırlarken, biz, Türkiye'nin yığınlarca yoksul ve çaresiz insanlarından sadece bir kaçı olarak soluk alıp vermekle yetiniyorduk.
O zamanlar kaç yaşındaydım bilemiyorum. Ama artık herşeyi kavrayacak , çözecek dönemlerim başlamıştı. Çiftlik bekçisi Siverekli Şehmuz, anneme talip oldu. Araya babamın arkadaşlarını katarak '' Şerife ile evlenmek istiyorum. Acaba bana varır mı ? '' diye sordurttu. Tek başına bu yükü taşıyamayacağını anlayan anam kabul etti...
Ve günün birinde sessiz bir törenle evlendiler.
Artık bir babalığımız vardı evde. Namuslu, efendi, bizi seven biri. En önemlisi de babama saygılı bir genç adamdı Siverekli Şehmuz. Pamuk toplama zamanı bitince o da işini bıraktı. Tekrar Adana'ya evimize döndük. Sonradan kulağımıza geldi ki, amcalarım bu gerçeği kabullenememişler bir türlü.anneme öfke saçıp durmuşlar için için. Annemin evliliğini bahane eden amcalarım bizdan ellerini eteklerini çektilar. Sanki annem evlenmeseymiş, bizi kanatları altına alıp okutacaklar, bize yardım edeceklermiş gibi. Bu evliliği bize kalkan gibi kullanıp durdular amcalarım. Tabii bir lokma yiyeceğe bile ihtiyacımız vardı ama, hiçbir kimseye el açmış değildik ve açmıyorduk da. Gündüzleri bize karşı neşeli görünen anam, geceleri yatağına kapanıp ağlardı. Ben de uyumaz, anamın göz yaşlarının dinmesini beklerdim. Yüreğim ızdırapla dolardı o anlar. Anam ağlarken nasıl uyuyabilirdim? İçim rahat etmezdi ki. Bitip tükenmez bir gariplik içindeydik. Ve daha sonraki yıllarda da o garipliğimizi köyden köye, çiftlikten , tarlaya taşıyıp durduk.
Babalığım aslında kasaptı. Adana'ya geldiğimizde kente bir türlü uyum sağlayamadı. Yabancılık çekti kent insanına. Çiftlikte, kendi başına hayat süren ve özgür olan babalığım, Adana'nın yoğun yaşamına ayak uyduramadı.Başında birde bakmakla yükümlü olduğu dört çocuk ve bir de kadın olmasına karşın '' Biz kimseye muhtaç olmadan da yaşarız'' deyip duruyordu.
Henüz işsizdi babalığım. Kimsenin kapısını çalıp da iş istemeyi gururuna yediremiyordu. Bu yalnız onun özelliği değildi. Anadolu insanın, yüzyıllar ötesinden sürüklediği bir onur anlayışıydı. Zaman zaman annemle tartıştıklarına tanık oluyordum iş konusunda.

'' Şehmuz, hep böyle mi yaşayacağız. Çalışmak ayıp değil ki '' dedikçe, babalığıma bir sıkıntı basar, yüzü terden sırılsıklam olur ve anamın yüzüne öfkeli öfkeli bakardı.
'' Yeter hanım yeter. Kimin kapısına gidip el açayım. Hepsi kovar beni. Param mı var ki, dükkan açayım. Bu yaştan sonra ele güne rezil etme beni ne olur. ''
Bu tartışmalardan sonra anam beni yanına alır, sanki bir kötülükten koruyacakmışsına sıkı sıkıya sarardı. Başını, başıma yaslar, öylece sallardı beni.
'' Baban sana o kadar çok güveniyordu ki seni okutmak için ceketimi satar yine onu okula yollarım diyordu. Senin okuyup paşa olmanı isterdi Ferdi'ciğim, içimde öyle bir his var ki sanki, sen bir başka insan olup çıkacaksın içimizden. Allahım ne olur beni yalancı çıkarma yanıltma. Şu oğlanı bari mutluluk ver. O rahat yüzü görsün''
Söylediklerinden hiç bişe anlamazdım anamın. Susar onu dinler, bazen de sıkılırdım. Mutluluğun ne olduğundan bile uzaktım. Nasıl bir rahat yüzü görecektim. O rahat yüzü dediğimiz bir insan mıydı, canlı mıydı, yiyecek, içecek bir şey miydi? Sözler ve düşler artık karnımı doyurmuyordu ki. Bildiğim tek şey, yağmurun yağdığı, güneşin sabah doğup akşam üzeri kaybolduğu, kimi insanların zengin, kimilerinin de yoksul olduğuydu. Ve ben de yoksuldum, işsizdim, cahildim, neyin ne olduğunu algılamaktan dahi uzaktım.
Neden sonra babalığım bir iş buldu. Kentin dışında kaçak olarak dana keser, mahalle mahalle, sokak sokak dolaşarak et satardı. Bu işe annem ve Sermet de yardım ederdi. Ben uyandığımda evde kimsecikler olmazdı. Tabii iki kı kardeşimin dışında. Daha sonraları Sermet, işi simit satmaya dönüştürdü. Babalığımdan günde 5 lira sermaye alır doğruca simir fırınına giderek, sepetini simitlerle doldururdu. Akşamları da döndüğünde bana günlük olayları anlatırdı.
Simitleri okulların önünde sattığını söyler, talebelerin bazen kendisi ile eğlendiğinden bahseder ve o günün kazancını avuçlarının içinde, sanki büyük bir servetmiş gibi herkesten gizleyip dururdu. Eğer o günü kazançlı gitmişse ve canını sıkacak bir olay olmamışsa, çıkarıp bana beş on kuruş para verirdi. O beş on kuruş bugüne kadar kazandığım milyonlardan çok daha değerliydi. Ağabeyimin canını dişine takarak kazandığı ekmeğini alın teriyle ıslattığı günlere aitti çünkü. Parayı aldığım gibi doğruca bakkala koşar, şeker alırdım. Şeker ağzımda erirken de sevincimden, evde kim varsa onlara koşar sarılırdım. O küçük şekerlerin lezzetini sabaha kadar damağımda taşırdım. Ağız tadıyla güzel bir uyku çekerdim.
Yıllar geçiyordu. On yaşına basmıştım. Benim de çalışmam gerekiyordu. Eve katkıda bulunma zamanım gelmişti. Kahvelerde, çarşılarda, otobüs terminallerinde çakmak taşları satmağa başladım. Bunu bir meslek olmadığını biliyordum ama , hiç olmassa kendi harçlığımı çıkmarmak için de zorunluydum.
Sonra babalığımın bulduğu bir işe girdim. Bir şekerci dükkanında çıraklık yapıyordum. Haftada beş lira veriyordu patronum. On yaşındaydım ama, ne okumam vardı, ne yazmam. Birgün, bizim dükkana şeker çuvallarını taşımta olan bir hamal, bana dönerek '' şu taksiyi görüyor musun ? Plakasında Adana yazıyor'' dedi. İşte ilk alfabem de sadece bu Adana sözcüğünden oluştu. Ve o hamal daha sonraları her ikimizin de boş kaldığı zamanlarda bana okuma yazma öğretmeye başladı. Eline kağıdı kalemi alıyor, hangi harfin ne şekilde yazıldığını, defalarca tekrar ederek ezberletmeye çalışıyordu. Kısa bir süre sonra da okuma- yazmayı söker olmuştum. Ailemin ilk ve tek okur- yazar çocuğu bendim o anda. Annem sevinç içindeydi. Ağabeyim onur duyuyordu benimle. Eskiden olduğu gibi bana şeker, karamela yerine kalem, kağıt armağan ediyorlardı.
Benim bu okuma- yazma olayım ailede düzeni de getirmişti. Evimize gazete giriyor, sabahları başta annem olmak üzere hemen çevremi sarıyorlardı. Günün haberlerini benden öğreniyolardı. annem gazetede ilginç resimler görünce, kolumdan dürterek '' Hele şunu da okusana oğlum. Ne diyor. Bir öğrenelim. '' diyordu. Ben de zor zor okumaya çalışıyordum. Tabii bazı bilmediğim sözcükler geçiyordu. Onları da bir zeka kıvraklığıyla, çocuksu bir uyanıklıkla geçiştirmeye çalışıyordum. Sonra da içimden gülüyordum. '' Aldattım '' diye. Evimizde o eski yoksul günler pek kalmamıştı. Babalığım çalışıyor, ağabeyimin eli ekmek tutmuş ve ben de kendi masraflarımı çıkarır olmuştum. Hayat gülümseye başlamıştı. Artık yağmur pencerenin kırık camından içeriye süzülmüyordu. Gece yarısı karnımız acıktığında birbirimizin yüzüne bakıp, yazgımıza boyun eğmiyorduk. Ve artık gözlerimiz ışıltılı vitrinlere takılıp kalmıyordu.

İLK AŞKIM...

15 yaşındadım. Artık tek bir pencereden bakmıyordum dünyaya. Birden fazla pencerelerim olmuştu. Ve her pencerden ayrı bir tablo izliyordum. her geçen gün biraz daha bağışıklık kazanıyordum yaşamın güçlüklerine ve acılarına. Büyük bir olgunlukla karşılıyordum yazgımı ve yagımızı. Hiç bir hayat yeniden yaşanmıyor ve hiç bir yarın bugünden belli olmuyordu.
İnsanoğlu, sürekli olarak kendini olağanüstü bir takım duygulara ve olaylara karşı hazır tutmalıydı. Çünkü alışagelmiş ve monotonlaşmış bir hayat, birden öylesine değişime uğruyordu ki, kendi bile şaşırıyordu.
İşte beni de şaşırtan ve halen izini üzerimde taşıdığım bir olay geldi başıma, 15 yaşındayken...
Nerden bilebilirdim, o gecenin ben de bu denli ruh sarsıntısına yol açacağını? O ysa o gecenin diğer gecelerden bir farkı yoktu. Gökyüzü yine yıldızlarla doluydu ve Adana yine her zamanki sessiz karanlığına bürünmüştü
Bir düğün gecesiydi. Adana'ya yakın bir mesafede bir köyde yapılıyordu düğün. Ben de çağırıldım. Önceleri gitmek istemedim. Bir tek takım elbisem vardı ve o da hem ütüsüz hem de kirliydi. O kıyafetle gitmek delikanlılık onuruma dokunmuştu. Ama canım da öylesine çekiyordu ki. Fakat yapabileceğim birşey yoktu. Gün batmak üzereydi. Ya o elbiseyi giyip gidecektim, ya da kalacaktım. Hemen o anda aklıma bir sokak aşağımızda oturan ahbaplar geldi. Onların kömürlü bir ütüleri vardı. Koşarak gidip kapılarını çaldım. Şanssızlık bu ya, onlar da evde yoktu. Uzun bir süre kapılarının önünden ayrılmadım. Her zili çalışımda biraz daha ümitleniyor, kapı açıldı, açılacak diye heycandan içim içime sığmıyordu.
Fakat gerçekten yoklardı evde.Çaresiz bir şekilde evime döndüm. Sanki 15 yılımın en büyük darbesini yemiş gibi bir yıkıntı içindeydim. Yüreğimde alevlenen küçük pırıltı da sönüvermişti, bir anda. Küfürler dolusu, öfke yüklü bir halde eve girdim ve elbisemi giyip yola çıktım. Güneş batmıştı. Akşam çökmüştü her tarafa . Bir türkü tutturmuş, ana caddeye doğru yol alıyordum. Hava o kadar güzeldi ki, hiçbir araca binmek istemedim. Yürümeye başladım köye doğru. Uzaktan varmakta olduğum köyün, tektük ışıkları görünüyordu.Bir saate yakın bir zamandan sonra biraz da yorgun olarak köy düğününün yapıldığı meydana geldim. '' Günün birinde hayat gülümseye başladı bize. Artık yağmur pencerenin kırık camından içeriye süzülmüyordu. Gece yarısı karnımız acıktığında birbirimizin yüzüne bakıp, yazgımıza boyun eğmiyorduk.''

Artık tam anlamıyla geceydi. Davullar çalıyor, silahlar gökyüzünü kurşun yağmuruna tutuyordu. Meğerse sevdalanmaya gelmişim bu bir saatlik yoldan buralara kadar. Ve işte ilk aşkımın öyküsü...
Köyün öğretmenine aşık oldum o gece 20 yaşında esmer, uzun boylu bir kızdı. Ne adını biliyordum, ne de herhangi bir özelliğini . Ansızın ola gelmişti her şey. Gözlerimiz düğümlenmişti adeta. Sürekli birbirimizi izliyorduk. İçimde bir korku belirmeye başlamıştı. '' Evliyse yada bir belalı arkadaşı varsa?'' diye kuşkulanıyordum. Aynı heycanı onun da gözlerinde görmeye başladım. Kim bilir o da benden çekiniyordu. Neden sonra gülümsemeye başladı. Titriyordum. Gözlerime inanamıyordum. Bütün cesaretimi toplayıp, yanına gittim. Konuşmaya başladık. Köy halkı, içkiden artık iyice kendinden geçmiş durumdaydı. Kimsenin kimseyle uğraşacak hali yoktu. Adını söyledi. Öğretmenlik yaptığını anlattı. Sandalyede oturuyordu. Yanına çömelerek '' sizi hergün görmek istiyorum. Buna izin verir misiniz ? diye sordum.
'' Siz onca yolu göze alıyorsanız buyrun '' dedi.
O gece gözüme dirhem uyku girmedi. Hep, şimdi adını anımsayamadığım o güzel gözlü, masum yüzlü kızı düşünüp durdum. Sonra ki günlerde gizli gizli buluşmaya başladık. 15 yıllık hayatım ona o kadar ilginç gelmişti ki bir arada olduğumuz saatlerde hep beni konuştururdu, ben de zevkle, herşeyimi en ince ayrıntısına kadar ona anlatıyordum. Hüzünleniyordu. Zaman zaman beni avutuyor, yüreklendiriyordu. O kadar sevecen bir kişiydi ki... Sanki insanlığın tüm alınyazısını kendisine dert edinmişti. O zaman, gözlerimden yuvarlanmaya başlayan iri iri gözyaşları, yüreğimde çoktandır biriken kinleri, aptallıkları ve çamuru silip götürüyordu...

<<SAYFA2>>


E-MAİL:hturk1@hotmail.com