FERDI TAYFUR

 

ANA SAYFA ESERLERI RESIMLERI ALBUM RESIMLERI


FERDİ TAYFUR'UN HAYATI'NIN DEVAMI...............................

Karanlıkta, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarının ortasında, dudağımı dudağına yapıştırıp bir süre öylece kalırdık. Ay ışığının yansıdığı pamuk tomurcukları , bu öpüşlere anlatılmaz bir sihir kazandırırdı. Bir düş içindeydim sanki. Fakat herşey o kadar gerçek ki... Aradan haftalar geçmişti. Hemen hemen her gece beraber oluyorduk.
Yine gecelerden bir geceydi. Beyaz kerpiçli okulun tek ışıklı odasının penceresine yanaştım. Camı tıkırdattım. Pencereyi açıp beni görünce öfkeden çıldıracak gibi oldu. Şaşırmıştım. Şaka yapıyor sanmıştım, bu saatte ne işimin olduğunu sordu. Sustum. Eliyle işaretler yapıp gitmemi söyledi.
'' Sana gelmeyeyim mi istiyorsun yoksa ''
Bu soru üzerine pencereyi açıp avazı çıktığı kadar bağırdı bana: Kovulmuştum. Hemen dönüp gitmeyi gururuma yediremiyordum. Öylece kalakaldım bir süre. Ve çöküntü dolu bir yürekle, ağır adımlarla uzaklaşmaya başladım. Anladım ki, ben onun için sadece geçici bir hevestim. Belki de bir eğlence. Çünkü tahsil derecem sıfırdı ve ekonomik durumum da kötünün de kötüsüydü. O geceyi bir felaket gecesi olarak bugün bile anımsarım. Yolda yürüken düşüncelerim ve değer yargılarım allak bullak olmuştu. Kalbimi ayaklarımın altına alarak önünde diz çöktüğüm ilk kız beni yaralamıştı. İlk çöküşüm, ilk ızdırabımdı o aşk.Çok sonra aynı kızı Adana'da gördüm. İlk anda irkildim.
Adımlarım çakılmışcasına olduğum yere mıhlanıp kaldım. O da beni görmüştü. Yalnızdı. Kendisini tanıdığım o düğün gecesindeki ilk tebessümüyle bana baktığını farkettim. Adana'ya yağmur yağıyordu.
Saçları sırılsıklam olmuştu. İnsanlar saçak altlarına sığınmış yağmurun dinmesini bekliyorlardı. O anda haylı süredir içimde hissettiğim kin ve öfkem silinip gitti ve sevgiye dönüştü. Yanına yaklaşıp kolundan tutarak hemen oradaki mağazanın içine soktum.
''YAĞMURLU BİR GÜNDÜ, GİTTİN O GİDİŞ! ''

'' Ne olur hiç bir kötü söz söyleme '' deyiverdi. birden
'' Hayır. Ne münasebet, seni öylesine çok özledim ki...
demek insan sevdiğini unutamıyormuş.''
'' Nasılsın ? ''
'' Bildiğin gibi. Eski öykü sürüp gidiyor. Değişen bir şey yok. ''
Yüreğim onulmaz acılarla çarpıyordu. İnsanlar geçiyordu yanımızdan: Omuzlarını vurarak, sağımızdan solumuzdan ve ikimizi bölerek ortamızdan geçen insanlar. Kederli yüzlü, gülen ve umursama insanlar. Hayat her yürekte, bir ayrı hüküm sürüyordu.
'' Gitmem gerek, köye giden bir otobüs var, onu kaçırmayayım.''
'' Yağmur yağıyor. İstersen dinmesini bekle. Gecikirsen ben seni bırakırım ''
Sadece elini uzattı. Hiç bir yanıt vermedi '' Allahaısmarladık'' bile demeden uzaklaşıp gitti. Ellerinin ellerime değdiği son andı o. Yağmur gittikçe hızını arttırıyordu. Gidiş o gidiş oldu. Ve bir daha hiçbir zaman göremedim onu. Dilerim içinde taşıdığı sırrın, acıklı bir öykü ile ilgisi yoktur.

'' İLK SINAV, İLK BAŞARIM ''

Şekerci dükkanını bırakıp, eniştemin traktör atölyesinde çalışmaya başladım. Çok dürüst bir insandı eniştem... Tamir ettiği traktörler saat gibi çalışır ve yıllar boyu sahibinden bir yakınma gelmezdi. Ama bu dürüst davranışı,ona pahalıya mal oldu. Dükkanını kapatmak zorunda kaldı. Çünkü, diğer tamircilerin yöntemiyle çalışmıyordu. Onlar herhangi bir arızayı tam olarak onarmıyolar, böylece müşterilerinin yeniden kendilerine gelmesini sağlıyorlardı. Tabii dikkanın kapanmasıyla birlikte ben de yeniden işsiz kaldım. Eniştem kendi sorunlarından çok benim işsiz kalmama üzülüyordu. Ama bu üzüntü çok fazla sürmedi. Bir çiftlik ağası kendisini ustabaşı olarak yanına aldı. Beni de götürdü eniştem. Ordaki görevim Çiftlikte çalışanlara traktörle yemek taşımaktı. Böylece ilk kez direksiyon başına geçmiş oluyordum.
Benim için yeni bir dünya başlamıştı. Günde 3 defa traktörüme biniyor ve çiftliğin dört bir köşesine giderek, çalışanlara yemek dağıtıyordum. Yanık türküler tutturuyordum direksiyon başında. Sesim, motorun sesine karışıp, uçsuz bucaksız Adana ovalarında derin yankılar yapıyordu. Sevdalarımı, acılarımı, özlemlerimi hep bu türkülerde dile getiriyordum. Zaman zaman uğulduyan rüzgar, türküleri hiç tanımadığım, bilmediğim insanların kulaklarına kadar iletiyordu. Çiftliğe komşu olan köylüler bazen gelip beni dinlemekten büyük zevk alıyorlardı. Traktörle yanından geçtiğim ırgatlar, başlarını yukarıya kaldırıp, ellerindeki işleri bırakıp, beni dinlemeye koyulurlardı. Onların bu ilgisi ben daha da yüreklendiriyor, sesime daha çok anlam kazandırıyordu. Akşam olup da, herkes yorgun ve bitkin halde yatağına uzandığında, konuları hep ben olurdum. Çalışanların çoğu yoksuldu ve bir lokma ekmek parası için yollara düşmüşlerdi. Aralarında genci de vardı, yaşlısı da. Ve hepsinin de öyküsü aşağı yukarı aynı olduğu gibi, düşleri özlemleri de ortaktı.

Ne acıdır ki, o koşullar altında doğan insanlar, maalesefyine o koşullar altında yaşamını sürdürmeğe mahkümdu bizim toplulumumuzda. Tabii benim gibi istisnalar hariç...
'' Bu çocuğun sesi ne kadar güzel... ''
'' Bu Ferdi, galiba ses sanatçısı olacak... ''
'' Hadi, şu sesin sayesinde sen bari hayatını kurtar'' gibi sözlerle benim onurumu okşar, bana moral verirlerdi. Ben de o gece tüm bu övgülerin etkisiyle sabaha kadar uyuyamaz, nice pembe dünyalar, düşler kurardım. Ve bu düşlerden silkinmem ancak güneşin bir altın nehir gibi odama uzanmasıyla olurdu. İşte o zaman, gerçek beni bir ahtopotun kolları gibi sarar ve hayata küskünlüğüm yeniden başlardı. Henüz hiçbir şey olmadığımı ve şu anda sadece basit bir toprak işçisi olduğumu tüm acımasızlığıyla kavrardım...
Birgün çiftlikte çalışırken bir gazete parçası elime geçti. Adana'da yayınlanan bir yerel gazetenin sayfasıydı bu. Adana'da yeni kurulan Adana radyosu için bir yarışma yapılacağını yazıyordu. Yarışma müzik dalındaydı. Büyük bir heyecan dalgsı sardı içimi. Sıcak duygular birden tüm benliğimi içine aldı. Çiftlik kahyasından izin isteyerek hemen Adana'nın yollarına düştüm. Doğru, radyoevine giderek yarışmanın koşullarını öğrendim. O zamanlar 17 yaşındaydım. Kayıt parası olarak 15 Lira istediler. Parayı yatırdım ve hemen çiftliğe döndüm.
Yarışma günü geldiğinde, heyecanım artık doruk noktasındaydı. Çünkü, işin içinde bir de alay konusu olmak vardı. '' Ya kazanamassam ben ele güne ne derim '' diye kara kara düşünüp duruyordum.
Çünkü o kadar övgüler ve güzellemeler yağdırıyorlardı ki, adeta zorunlu hissediyordum kendimi başarılı kılmaya.
Ve nihayet, sabahtan beri beklediğim salonda, benim adım anons edilerek, yarışmanın yapıldığı stüdyoya çağırdılar. Masa başında kravatlı, heybetli ve kolalı gömlekli adamlar oturmuş beni süzüyorlardı. İnsanlara karşı verceğim ilk sınav olduğu için ne yapılacağını, nasıl davranılacağını bilememenin çaresizliği içerisindeydim. Bu konuda okul deneyimim bile yoktu... İlk anda ürkütücü geldi o adamlar, o oda bana.
Masadaki adamlardan biri sert bir dille, kapıyı kapatmamı söyledi. Arkamı dönüp kapıyı ittim. '' İyi kapat, iyi kapat oğlum . Mandalını çevir.'' adeta, yeniden kükredi aynı adam.
İyice sersemlemiş elim ayağıma dolanmıştı. Kapının mandalını çevirdim ve köşeye büzülürek, suçlu bir çocuk edası ile beklemeye başladım. Sanki kendi isteğimle yarışmaya gelmiş gibi değil de, büyük bir suç işleyip yargıcın önüne yakalanıp getirilmiş bir hükümlü gibiydim...
Yarışma başlamıştı...
Mikrofon başına geçip arkamda sazlar olduğu halde yarışma türkümü söylemeye başladım. Ahmet Sezgin'in '' Küp içinde ayran'' adlı türküsünü seslendiriyordum. Söylerken gözlerimi kapamıştım. Çünkü adım okunmadan biraz önce yine benim gibi bir yarışmacıdan böyle bir öğüt almıştım.
'' Gözlerini kapa ve kendini yalnızmış gibi hisset'' demişti. İsmini dahi bilmediğim bu arkadaşımın öğüdü oldukça yaralı olmuştu. Türkümü bitirdim ve jüriyi başımla selamladım ve salonu terkettim...
Sonuçları bir hafta sonra açıklayacaklarını söylediler. Tabii o bir haftanın nasıl geçtiğini tahmin edersiniz sanırım.
Danışmadaki görevli, sonuçların evlere bildirileceğini söylemişti. Ama, nerede ben de o sabır. Bir hafta geçtikten sonra, doğru radyoevine giderek sonucu almak istedim. Önceleri söylemek istemediler. Ama, ben öylesine direttim ki, beni bir kat yukarıya çıkartıp aldığım puanı söylemek zorunda kaldılar.
100 üzerinden 93 puanla ikinci olmuştum. Sevincimden havaya zıpladığımı ve avazım çıktığı kadar bağırdığımı anımsıyorum. İlk sınavım ve ilk başarımdı bu benim. Sokağa çıktığımda, insanlara sevgi doluydum. herkesi, tüm dünyayı ortak etmek istiyordum bu yoğun mutluluğuma. Anam geldi gözlerimin önüne birden. Ona müjdeyi nasıl vereceğimi düşünerek ve koşarak evime geldim. Benim için en büyük ve tek varlıktı anam. Babamın mirası, bana hayat veren kadındı o. Ellerine sarılıp, bir yandan ağlıyor, bir yandan da başarımı kesik kesik cümlelerle müjdeliyordum. Anama da ağlıyordu. '' Yavrum benim... Aslan oğlum benim...'' diyerek yanaklarımdan, saçlarımdan öpüp duruyordu.
'' Ahh... Keşke baban da sağ olsaydı da bugünleri göreseydi. Ruhunu şadettin onun da Ferdi'ciğim '' diyordu.
Babamın sözü geçince, sevincim birden buruk bir duyguya dönüştü. '' Beyköylü Cumali'yi anımsadım. Hiçbir zaman gözlerimin önünden gitmeyen silüetini, tüm görkemiyle yeniden görür gibi oldum. Sanki birazdan kapı çalınıp içeri girecek, beni kucaklayacakmış gibi bir duyguya kapıldım. Ve o kadar inandım ki, bu duyguya, kapının eşiğinde onu beklemeğe başladım. Ama çok uzaklardaydı artık babam. Ölümsüz bir adından gayrı, geriye hiçbir şeyi kalmamıştı. Babam... Babacığım benim... Ölüm, ne kadar da erken ve zamansız gelmiti ona. Aradan o kadar zaman geçmesine rağmen , hala onun özlemi içindeydim ve onun kişiliği ile doluydum.
Adana radyosuna gidip gelmeğe başladım. Nedense bir türlü bağlamcı ağabeylerim bana fırsat tanımıyolardı. Bu arada babalığım da beni bu işten alıkoymak için elinden geleni yapıyordu. '' Bu gidişle sen hiçbir kazmaya sap olamazsın. Gel bu işten bir an önce vazgeç '' deyip duruyordu.''
Anam da onun tam aksi görüşteydi. Şiddetle babalığıma karşı koyuyordu.
'' Sen karışma bey. Göreceksin benim oğlum bu işte dikiş tutturacak, başarılı olacak '' Bense tüm bu tartışmaları sakin bir biçimde dinliyordum. Çünkü ne babalığımın söylediği kadar ümitsizdim ne de anamın dedikleriyle avunuyordum. Yüreğimde tek bir aşk vardı, oda müzik. Ama bu aşka varabilmek için neler yapmam gerekiyordu, hangi yollardan ona sahip olabilirdim, bilemiyordum.
Yine annemle baş başa kaldığım bir gün kendisine bir sözüm olmuştu. O sözlerde, gizli kalmış müzik tutkusu ve geleceğe inancım vardı. '' Anam, birgün gelecek sana sesimi radyolardan duyuracağım. Türkiye'nin en yaygın üne sahip sanatçısı olacağım. ''

Süpriz başarı, hayatımı altüst etmişti. Yakın bir gelecekte ünlü biri olacağıma kendimi öylesine inandırmıştım ki, köy yaşamı beni sıkmaya başlamıştı artık. Büyük kentlerin özlemiyle doluydum. Alıp başımı kaçmak istiyordum, bu diyarlardan. Ne pahasına olursa olsun, kendimi kabul ettirmek, bir isim sahibi olmak amacımdı. Çünkü, hayatta hiçbir seçeneğim kalmamıştı. Kaybedeceğim hiç birşey olmadığı gibi. Kardeşlerimin ve ailemin sefaleti için de bir umut ışığı haline gelmiştim. Onlara iyi bir hayat temin etmek en yüce ideallerimin başında geliyordu.
Ne olursa olsun, anneme verdiğim sözü yerine getirmek istiyordum. Ama nasıl? Bavulu alıp Adana'yı terketmek ve istanbul'a adım atmak. Hemen kararımı verdim ve birkaç arkadaşla birlikte yola çıktık. Arkadaşlarım evden kaçmışlardı, ben ise annemin elini öperek ve onun rızasını alarak ayrılmıştım. Cebimizde yok denecek kadar az para vardı. Bir serüvenin hazin bir başlangıcı olarak, otobüse binip, yollara düştük. İstanbul'a yaklaştıkça içimizde belli belirsiz hüzünler oluşmağa başlamıştı. Hepimiz, ailelerimizden ilk kez ayrı kalıyorduk. Bir yalnızlık, bir karanlık çökmüştü duygularımıza. Garip bir keder kaplamıştı, yüzlerimizi. Sadece filimlerde gördüğümüz, kartpostallarını vitrinlerde izlediğimiz bir kente doğru yol alıyorduk süratle. Acaba orada bizi bekleyen kim bilir ne dertler, acıklar, olaylar vardı? Hepsinden habersizdik tüm bunların. Ama, başımıza gelecek olanları da az çok tahmin edebiliyorduk. Bir akşam üstüydü. İstanbul'un ilk ışıkları görünüyordu taa uzaklardan. Cennete mi gelmiştik, yoksa cehenneme mi ? En azından bu soruya bir yanıt alacaktık. Bakalım kader ne gösterecek.Bir bahar gecesi İstanbul'a girdik. ışıklar içindeydi bu düşler kenti. Geniş caddeler uzanıyordu önümüzde. Binaları vardı İstanbul'un göğe doğru uzanan... Gürültüsü vardı İstanbul'un kulakları sağır eden... ilk kez gördüğümüz ve şaşkınlıktan küçük dilimizi yuttuğumuz otomobiller geçiyordu otobüsümüzün penceresinden... Bir kadın, erkekle elele yürüyordu... Bir çocuk, caddenin öteki yakasına geçmek için araçlara el kol ediyordu. Ve bir köpek havlayıp duruyordu gelip geçenlere...Otobüsümüz yol alıyordu. Bir rüya alemindeydik sanki. Hangi tarafa baksak bir başka görkemli tablo ile karşılaşıyorduk. '' Bizim Ülkede meğerse ne kadar güzel yerler varmış '' diyordu yanımdaki arkadaşım. Bir diğeri de '' Bu gördüklerimiz maket değil değil mi ? '' diye soruyordu.
Deniz kenarına yanaşmıştık. Muavin, şoförün yanından bağırdı hepimize:'' Evet burası İstanbul. Buraya kadar beyler. ''
Derin ve renkli bir uykudan uyanmış ve silkindik. Birbirimize baktık. Otobüsteki yolcular inmişti. Sadece biz kalmıştık. Şoför geldi yanımıza: '' Hadi ne duruyorsunuz. Gidecek yeriniz mi yok ? Evden kaçtınız değil mi ?
''Bu sözler gözümüzü korkutmuştu. Polise teslim edilmekte vardı işin içinde. Hemen küçük valizlerimizi alıp aşağa atladık. Ve sonrada korkusuzca, pervasızca İstanbul sokaklarına daldık.

Arkadaşlarım, Yeşilçam'ın yazıhanelerine dadanmağa başladı. Günde 15 lira yevmiye ile figüranlık yapıyolardı filimlerde. Ben ise sesimi duyurmak istiyordum. Ama kimse dinlemek istemiyordu bile. Açlık canımıza tak etmişti. Bana da teklif ettiler, filimlerde oynamamı. Kabul etmedim.
Hayalimde sadece ses sanatçısı olmak vardı çünkü. Evden aldığım iki-üç kuruşu da tüketmiştim. Ne yattığım yer belliydi , ne yediğim içtiğim. Kırıntılarla karnımı doyuruyor, boş bulduğum bir parkta kıvrılıp sabahlıyordum. Tabii bir de bekçi sorunum vardı parkta. Çok iyi anımsarım ki, nice geceler bir bekçi düdüğüyle uyanmış ve ardıma bakmadan kaçmışımdır karanlıklar içinde. Annemin bir sözü vardı. ''Oğlum . Hayatın boyunca kötü yollara sapmadan çalış. Çalışmak ayıp değil. ''
Birgün kendimi, Ahırkapı'da buldum. Erol Taş'ın kahvesinin karşısındaki arsada otobüsler parkediyordu. Orada otobüsleri yıkamaya başladım. Otobüs başına 10 lira alıyordum. Geceleri de artık yatacak bir yerim çıkmıştı. Otobüsün içinde sabahlıyordum. İşim bayağa tıkırındaydı. Aldığım para sadece ekmek paramı karşlıyordu ama, yine de memnundum hayatımdan. Ne de olsa küçük insanlardık ve küçük mutluluklarla tatmin olabiliyorduk. Ama , oranın kahyası tüm düşlerimi ve rahatımı altüst yaptı. Önceleri yıkadığım otobüslerden para kırpmaya başladı. Sonra da beni işten çıkarmak için elinden geleni yaptı. Bilseydim ki günün birinde Erol Taş Ağabeyimle aynı filimlerde oynayacak ve ünlü biri olacak, o katı yürekli, kahyayı Eol Ağabey'e şikayet eder ve ben onun işine son verdirtirdim.
Güneş bir batıp bir çıkıyordu. Bir anlık sevinçlerim, hemen kursağımda kalıyordu. Ama, ne olursa olsun, kötü bir yola sapmamaya kararlıydım. Bir çok tok insanın elde edemediği özelliğin sahibiydim. Çünkü onurlu ve namusluydum. Annemden gelen bir barışçılık duygusuyla kaderime razı oldum. Ve işten ayrıldım. Bir gün bir bahçede bahçıvanın birine rastladım. Yüzündeki çizgilere bakılırsa yüzlerce yaşındaydı. Bana istanbul'u anlattı. Görmediğim bilmediğim İstanbul'u.
'' Ne kadar çok yıpranmışsınız. Bunların hiç birinden haberim yok'' dedim. Aldığım yanıt hayli ilginç gelmişti bana...
'' Delikanlı biz de senin yaşayacağın yılları göremeyeceğiz. Kim bilir, hayat belki bu yanıtın taa kendisiydi. Çok iyi ve sevecen bir insandı bahçıvan. Rastladığım her iyi insan gibi o da ızdırap çekiyordu..
kendime yeni bir iş bulmuştum. Dikiş makinaları boyayan bir alelyede çıraklık yapıyordum. Sıkılmaya başlamıştım İstanbul'dan. Annemi özlemiştim. Sıla hasreti çekiyordum.Küçücük evim, kırık dökük eşyalarım ve sıcacık bakışlı anam gözümde tütmeğe başlamıştı. Gariplerin yeri yuvasıdır. Baktım olacak gibi değil, Adana'ya dönmeye karar verdim.
Yeniden tarlalarda traktör sürmeğe başladım. Koskoca Caterpillar makinalarının çıkardığı motor sesleri, sesime ve türkülerime karışıyor, yine büyük düşler kuruyordum. Teyzemin oğlu Mehmet'le çalışıyorduk, 18 yaşlarındaydım. Traktörcünün biri beynimizi yıkadı.
'' Siz bu işi çok iyi biliyorsunuz. Burada 150-200 lira aylık alırken, İzmir, Aydın taraflarında 300 lira maaş alırsınız.''
Yeni ufuklar açmıştı, bu sözler bize. Teyzemin oğlu ile birlikte işi bırakıp Söke'ye doğru yola çıktık. Yeni bir serüven başlıyordu bizim için. Fakat Söke'de de umduğumuzu bulamamıştık. Kimse iş vermiyordu. Yine başıboş, Söke sokaklarında dönüp dururken bir tornacı çocuk sokuldu yanımıza. Bizimle ilgilendi. Otele yatırdı, yemek yedirdi.Alıp geneleve götürdü. İlkez gidiyordum böyle bir yere.Adana'lı bir kadınla tanıştım orada.
'' Ben'' dedi, '' Yarın Konya'ya gidiyorum. Orada çalışacağım'' '' İyi yolculuklar '' dedim...
'' Seni mutlaka orada beklerim''demesin mi? Sesimi çıkaramamıştım.
'' Geldiğinde nedenini öğrenirsin ''
O anda üzerinde bile durmadım bu çağrının. Ama, sonradan aklımı kurcalamaya başladı. Büyük bir merak içinde kalmıştım.
'' Seni orada bekliyorum '' sözleri kulağımda çınlamaya başladı. İki üç gün silinip gitmedi o yalvaran ses.
Bir iş bulmuştık Mehmet'le. Çiftlikte çalışıyorduk. Fakat, bu işte de dikiş tutturamadık. Ayrıldık. Mehmet'le bir akşam üzeri oturduk konuştuk. Ne yapacağımıza karar vermemiz gerekti. Mehmet: '' Ben Adana'ya gidiyorum. Haorada sürünmüşüz, ha burada. Hiç bir şey farketmiyor. Bu yaban eller beni çökertiyor'' dedi.
Ben ise, çoktan kararımı vermiştim. Konya'ya gidip o kadını bulacaktım. Cebimde çok az bir para vardı. Mehmet otobüs parasının dışındaki paralarını da bana vererek Adana'ya gitti, ben de Konya'ya doğru yola çıktım. Mehmet çok ısrar etti gitmemem için önceleri. Ama baktı ki olacak gibi değil, bana şans dilemekten başka hiçbir şey söylemeden otobüse atlayıp el salladı.
Konya'ya geldim. Otobüsten iner inmez, doğruca Konya genelevinin yolunu tuıttum. Bütün evleri aradım. Yoktu. Kızını kötü yola sürükleyen bir ananın ızdırabı içinde dört dönüp dolaştım genelev sokaklarında. Başımı uzatıp her baktığım pencerede, sanki karşıma çıkacakmış gibi bir heyecan duyuyordum. Saatler boyu boşuna aranıp durdum. Yorulmuştum.Gidip ordaki bir kahvede çay içtim. Garson çocuk içtenlikle hizmet ediyordu bana. Ona sordum. Adanalı bir kadın tanıyıp tanımadığını öğrenmek istedim'' Bilmiyorum '' dedi
'' Ama bekle birkaç gün. Belki gelir.''
''Param yok. Bekleyemem. Çalışmam lazım'' dedim.
'' Ben sana iş bulurum. Üzülme.'' ''Nerde'' diye sordum. '' Benim çalıştığım yerde ''
Genelevin yanındaki kahvede garsonluk yapmağa başladım.Ama, önceden bir şart koşmuştum. Hayat kadınlarına servis yapmayacaktım.
'' Olur. Nasıl istersen. Ben dışarda çalışır sen de içerdeki müşterilere bakarsın.^^
Yeme içme kahveciye ait olmak üzere günde yedi buçuk lira para kazanıyordum. Otele ikibuçuk lira ödeyip, geri kalanla da idare etmeğe çalışıyordum. İki haftaya yakın bir zaman çalıştım kahve ocağında. Elimde birikmiş bir kaç kuruş da param vardı. Bu işin bana göre olmadığını anlayıp oradan ayrıldım.
Bir süreliğine dahi olsa, şarkıcılık hayallerimi bırakıp, meçhul bir kadının peşine düşmüştüm. Beklediğim kadın gelmedikten sonra, artık o civarda çalışmam gereksizdi.
Bir pavyonda iş buldum. Yanılmıyorsam, '' Teksas '' adlı bir pavyondu. Patron önce sesimi dinlemek istedi. İki türkü söyledim. Beğenilmiştim. 15 lira yevmiyeyle işe başladım. Her gece ahlak zabıtasından izinsiz olarak ve idareten gün ışıyana kadar şarkılar, türküler söylemeğe başladım, sarhoş yüreklere. Bu arada, pavyonda bir kadınla tanıştım. 30 yaşlarındaydı. Çocukları olduğu için beni gizli gizli evine alıyordu. Ve bir çocuğum olduğunu anladım o kadından yıllar sonra. Şimdi pırıl pırıl bir insan o. Yanımda ve bütün yükümlülüğünü üstlenmiş durumdayım. Kimden olursa olsun, eğer o insan benim oğlumsa, benim canım demektir.
Konya, benim yaşamımda önemli rol oynayan bir kent durumuna gelmişti bir anda.
Aylar vardı ki, evden uzaktım. Evim ve ailem burnumda tütüyordu. Bir anda Konyalı olup çıkıvermiştim. Batakhanelerinden, en lüks semtlerine kadar her yerini bellemiştim. Çeşitli çevrelerden dostlar da edinmiştim. Gece yaşantım bana boyutları alabildiğine uzanan bir başka dünyayı tanıtmıştı. İnsanları, çalışanları ve her türlü kötülüğe müsayit kişileriyle bir ayrı özelliğe ve anlamı vardı Konya gecelerinin. Zaman zaman pavyonda kadın yüzünden çıkan kavgalar ve hatta zevk olsun diye sıkılan kurşunlar beni sarsıntı dolu bir hayatın içine itiyordu. Korkuyordum. Çünkü, yaşım henüz küçüktü ve herşeye karşın anasının kuzusu olarak yetişmiştim.
Bir otelde kalıyordum. Aynı otelde ikamet eden assubayla dost olmuştum. Bazen kendi kendime düşündüğüm olurdu. Daha doğrusu teselli bulurdum.Derdim ki içimden, '' Başıma bir felaket gelirse yeni arkadaşımın ünüformasına sığınır o da beni kurtarır'' Sanki o her an yanıbaşımdaymış gibi bir avuntuyla kendime moral verir, güç katardım. Şimdi adını anımsayamadığım o assubay, çok iyi bağlama çalardı. Gecenin geç saatlerinde işten döndükten sonra otelin girişinde beni bekler bir vaziyette bulurdum. Dertliydi bir şeyden yana.Ama, duygularını saklamayı çok iyi bilirdi. Benden hayli büyük olduğu için de ihtiyatla yaklaşırdım ona. Beklerdim ki o konuşsun , o dertleşsin. Oysa o hiç sesini çıkarmaz, otel kapısının önüne çıkar bana bağlama çalar, bazen de türküler söylerdik. Gurbetlik zor şeydi vesselam. Ne kadar şanslıydım ki , evimden kilometrelerce uzakta ve yapayalnız bir haldeyken, karşıma saygı duyduğum bir ağabey çıkarmıştı Tanrı .lk bağlamayı onun bağlamasından öğrendim. Tam bir disiplin içinde bana bağlama çalmasını öğretti, dost ağabeyim.
Sonra daha başka arkadaşlarım da oldu. Bunlardan biri bana bir kart vererek İstanbul'a gitmemi söyledi. Biriktirmiş olduğum bir kaç kuruşla kendime bir saz alıp yollara düştüm ikinci kez İstanbul yollarına. Gelirken otobüste başıma ilginç bir öykü geçti.
Otobüste yanıma genç bir kız düştü. Almanya'ya giden işçilerden biriymiş. İstanbul'dan Münih'e uçacakmış. Kumral, yeşil gözlü 20 yaşlarında şirin bir kızdı. Sohbet etmeye başladık. Elimde sazı görünce, turneye çıkmış sanatçılardan biri sandı önce. Kısaca özgeçmişimi anlattım. İçinin burkulduğunu hissettim. Acımaklı bir ifade oluştu yüzünün gülen durumu. Ama çok geçmeden o da bana anlattı neden Almanya yollarına düştüğünü. İkimizin de birbirimiziden pek farkı kalmamıştı. Üç aşağa, beş yukarı aynı mayanın insanlarıydık. Ama, kim bilir belki de o benden daha cesurdu. Çünkü, ben ekmeğimi yurt içinde kazanmanın savaşını verirken, o bu mücadeleyi sınırlarımız dışına taşırmayı başarmıştı. Hem de kız haliyle.
'' Gidiyoruz ama, gerçekten umduğumuzu bulabilecek miyim acaba ? '' deyip duruyordu boyuna.
Belliydi ki, küskündü bazı insanlara. Vatanında iş bulamamış ve yoksulluk canına tak demişti. Öfkeliydi topluma ve kurallara. Sözcüklerinden değil, tavırlarından seziyordum bu duygularını.
'' Denize düşen yılana sarılır. Biz de Almanlar'dan medet ummağa başladık. Kaderde elin gavuruna hizmet de etmek varmış. '' diyordu.
Kendisini teselli edecek hiç bir söz bulamadım. Çünkü öfkesinde, özleminde ve tutkularında yerden göğe kadar haklıydı. Onu avutmak, yüreğindeki acıya biraz olsun ortak olabilmek benim harcım değildi. Çünkü, kafa yapısı ve kültürüyle benden kat kat üstündü.
Gece yolculuğu yapıyorduk. İstanbul'a yaklaşıyorduk. Güneş doğuyordu tepelerin ardından. Yol boyunca her ikimizde gözümüzü kırpmamıştık bile. Çoğunlukla o konuşuyor, ben de dinliyordum. Toplumsal yaralarımızdan , Türkiye'nin çeşitli sosyal ve ekonomik sorunlarından söz ediyordu. Heyecanının üstünden gelemiyor ve yumruklarını sıkarak ozanlardan dizeler okuyordu. Bense saf saf dinliyordum. Kıza hayran olmuş, pencereden dolan rüzgarın uçuşturduğu saçlarını seyre koyulmuştum. Yol tükenmek üzereydi. Otobüsümüz artık İstanbul'daydı. Çok öncelerden kalan aşina yollar ve deniz üzerindeki vapurlar yine karşıma çıkmıştı. Kız bana kalacağı otelin adresini vererek elini uzattı.
'' Bir kaç gün daha buradayım. Beni ara. Sirkeci'de el sallayabileceğim en son insanın sen olmasını istiyorum. '' dedi...
''İlk bağlamayı elime Konya'da aldım. Bir assubay ağabey, bana bağlamanın inceliklerini öğretti. Yine Konya'da tanıştığım biri bana tavsiye kartı vererek İstanbul'da iş bulmamı sağladı... ''
'' Keşke hiç gitmeseydin. Seni mutlaka görmeğe geleceğim. İkimize de bol şanslar. ''
Bavulumu alıp Çemberlitaş'ta bir otele yerleştim. Bu arada ben, elimde kartla iş aramaya başladım. Aslında aklımda tek birşey vardı, o da kız. İkinci günü Lunapark Gazinosu'nda iş buldum kendime. Kart etkisini göstermiş ve bağlama çalmam için beni Nurten İnnap'ın saz heyetine vermişlerdi. Yevmiyem 15 liraydı. Bunun 5 lirasını otele veriyordum. Kızın verdiği adrese gittim. Ama, anlamsız ve belirsiz bir kuşku vardı içimde. Kızın bana takınacağı tavır düşündürüp duruyordu beni. Eğer ki, ters bir hareketle karşılaşırsam, bu kızlardan yiyeceğim ikinci darbe olacaktı. Otelin kapısına geldiğimde iri yarı bir adam yolumu kesti. '' ne istiyorsun ?''
Kızın adını verdim. Bu oteli sen ne zannettin deyip, hayatımda acısını unutamayacağım bir tokat attı bana. Hiç karşı koyamadım adama. Zaten koyamazdım da. En azından benim iki mislimdi. Geriye dönerek, gözyaşlarımın görülmemesi için tenha yollara daldım. Bir duvarın dibine kapanıp ağladım. yediğim yokadın acısı belki geçmişti ama, kızı bir daha görememe korkusu içimi dağlamıştı. Hemen o anda aklıma başka bir fikir geldi. Otelin telefon numarasını buldum. Telefon açarak kızla irtibat kurdum. Kıza herşeyi bir çırpıda anlattım. Valizini toplayıp bana geleceğini söyledi. Birlikte aynı odada kalıyorduk artık. Gündüzleri geziyor geceleri de gazinodaki programıma gidiyordum. Kız beş gün kadar İstanbul'da kaldı. Birbirimize aşktan tek bir söz dahi etmiyorduk ama biliyorduk ki aşıktık ikimizde.
Kızın gitmesine birgün vardı. Onunla son gecemdi. Elele yürüyorduk İstanbul'un ışıklı yollarında. Keskin bir sessizlik ve soluksuz bir yürek çarpıntısı içindeydik. Bugünedek sevdiğim insanlarla sürekli beraber olmak hiç kısmet olmamıştı bana. İşte bu da sonuncusuydu. Çiçeklerin solması, çimlerin sararması gibi bir başka doğa kuralı daha vardı demek ki. İnsanları acımasızca ayıran bu kuralı çözmeğe çalışıyordum kafamda. Kızın elini sıkıyordum avuçlarımda. Sıkı sıkıya sarılıyordum, kopmamacasına. Başını omuzuma dayıyor, gözlerini kaçırıyordu benden. Ve, binlerce insanın arasında sadece yalnızlığımızı yaşıyorduk, suskun dudaklarla.
'' Sana bir şey söylemek istiyorum'' dedi, bir ara kollarıma sarılarak.

'' Gitmek istemiyorum Almanya'ya. Yanında kalmak istiyorum. '' diyerek çantasından biletini çıkarıp bana uzattı; '' Al yırt ''
Sadece sustum. Çünkü, bir çılgınlık olurdu bu. Hem onun, hem de benim için.
'' Sen yola çıkmışsın bir kez. Bu yoldan geri çevirmeğe her ikimizin de gücü yetmez sevgilim! '' diye yanıtladım kızı.
Biletini alıp yeniden çantasına koydum. Yanakları ıslanmıştı. Bir ağacın yamacına oturup doyasıya öptüm onu. Yıllardır hayalinde süslediği Almanya düşünü kendi sevdam uğruna nasıl bir anda yok edebilirdim. Benim ne yarınım belliydi, ne de İstanbul'da kalıp kalmayacağım.
Ertesi gün Sirkeci tren istasyonunda onun dilediği gibi, ona en son el sallayan ben oldum. Tren gözden kaybolana kadar bana veda eden ellerini sallayıp durdu. İnsan hayatında takvim yapraklarının çok büyük önemi var. Daha dün beraber olduğumuz bir insan bir de bakıyorsunuz ki, kuş misali uçup gitmiş.
İstanbul... koca bir şehir... İnsanın gönlünün ta orta yerinde birşeyler kopup gidiverince, dört milyonluk şehir, nasıl da sessizleşiyor...
Martılar çığlık çığlığa... Vapurlar desen öyle... İnsanlar koşuşturuyor sağa sola... Ama nereye?... İki yaorgun adım Sirgeci garından şehrin göbeğine doğru süzülürken, şehrin gürültüsü belirginleşiyor birden. Hızlı adımlarla yanımdan gelip geçiyolar... Ama nereye?... O nereye gidiyor ya da gidicek?...
Galata Köprüsü'ne geldim bile...
'' Bu kadar uzunmuydu bu köprü''... Kendi kendime bu soruyu sordum... Vücudum ağırlaşmıştı sanki... Yorgun bacaklarım çekmiyordu beni... Oysa daha biraz önce yanıbaşımdaydı...''
Kıvrılıp giden raylar geldi gözümün önüne. Öfkelendim bu pırıl pırıl parlayan demir parçalarına... Soğuk , bir yılan gibi...
''Karnım acıkmış mıydı bilmiyorum. Ceketimin yakalarından dökülen susamları gördüğümde farkettim simit aldığımı... İştahla yutuyodum her lokmayı... Var gücümle yutuyordum lokmaları... Öfkelendiğim zaman böyle olur hep. Anam da böyleydi... Kızdığı zaman, çamaşırları daha temiz yıkadığını söylerdi hep... Hırsını onlardan alır, ovalar da ovalarmış...''
Anam gözlerimin önüne gelince, şehir güzelleşiriverdi biren... Yalnızlığımı unuttum köprü çıkışında... Yaşam her şeye karşın sürüyordu. Acılar ise, yüreğin bir gizli anısı olarak ebediyen hükmünü koruyordu.
Nice yürekler var ki, şu anda nice acıları taşımak zorunda. Toplumun dışında fırlatılmış insanlarla dolu bir yeryüzünde yaşıyoruz. Acaba, burun kıvırdığımız, kınadığımız ve hatta suçlaığımız insanların üzerinde hiç mi günahımız yok. Onların 2. sınıf vatandaş olmalarında hiç mi payımız yok. Çünkü, her insan fiziksel eksikliklerinin ötesinde doğarken eşittir. Hiç bir eşitlik Tanrı'nın eşitliğiyle ve adaletiyle eşdeğerde değildir. İnsan doğar, biçimlenir ve ölür. İşte onu dünyaya getiren nasıl Tanrı kavramıysa biçimlendiren, yönlendiren de toplum ve onun kurallarıdır. Acıklı bir gülümsemeyle yüzümüze bakan insanlarla, sırıtan insanlar arasında dağlar kadar fark vardır.Bireysel bir yararcılıkla çevremizdeki birçok insanın nasıl yaşamına kıydığımızın, bazen umrunu bile duymayız içimizde. Oysa daima, kitlelere mal olmuş mutluluklar, kutsal ve kalıcıdır.
Eğer öykümü baştan aşağa okuduysanız, bu sözlerin anlamını mutlaka algılamışsınızdır. Herkes benim kadar şanslı ve herkes benim gibi ihtiraslı olmak zorunda değildir. Eğer ki, kaderci bir felsefeye sahip olsaydım ve biraz da zayıf iradeli bir insan olarak yetişseydim, kimbilir belki de şu anda bir şarkıcı Ferdi Tayfur değil de, sürünmekte olan milyonlarca insandan sadece biri olurdum. Açlık ve yoksulluk ne bir kader, ne de tanrısal bir buyruktur.

'' İstanbul'a giderken otobüste genç bir kızla tanıştım. Konyalı'ydı ve Almanya'ya işçi olarak gidiyordu. Kızla dostluğumuzu hayli ilerlettik İstanbul'da. Ama sonunda bir tren alıp götürdü onu yaban ellere...'' Luna-Park müzikolinde Nurten İnnap'a bağlama çalarken yıllardır düşümü süsleyen amaca doğru ilk adımı attım '' Leyla '' isimli plak doldurdum. İlk kez stüdyoya girdim ve bu plaktan 500 lira para kazandım. Az miktar sattı ilk 45'liğim. Ama yine de patronum kara geçmedi değil. Plak şirketim Saya Plak şirketiydi. Sahibi ise Fahrettin Sayan
Bu plak firmasına tam altı tane plak yaptım . Patron bu plaklarla hayli yükünü tuttu. Ama benim aldığım 500 lirada hiç bir değişiklilk olmadı. Ve altıncı plaktan sonra da Sayan, birgün ben yazıhanesine çağırarak;
'' Sen artık sevilmiyorsun. Yedinci plağının satacağını sanmam. Tutulmuyorsun.'' diyerek işime son verdi. Bu sözler beni çok etkilemişti. Adeta kamçılamıştı. İliğime kadar sömürmüş, sonra da bir paçavra gibi fırlatıp atmıştı. Ama, yüreğimdeki duyguları ve öfkeyi hiç bir zaman dudaklarıma yansıtma gücüm yoktu. Boğun eğip kapıdan dışarı çıktım.
Gidip otelime, yatağıma uzandım. Bir sigara yakıp tavana doğru yayılan dumanlara bakarak insanlar karşısındaki aczime küfürler edip durdum. Ama, elden ne gelirdi ki...
Bir gün odamın kapısının altından hışırtılı bir sesle bir zarfı elime aldım. Adana 'dan geliyordu. Açıp okudum. Beynimden vurulmuşa döndüm.Başım dönüyordu, ellerimle kayrolanın kenarına güçlükle tutunarak kendiğimi yatağa attım. Hayat sanki eğleniyordu benimle. Ağabeyim Sermet bir iftiraya uğramış ve tutuklanmıştı. Cebinde esrar bulmuş polis. Annemin imzasını taşıyordu satırlar. Her bir sözcükte anamın gözyaşlarını, ümitsizliğini, çöküntüsünü görüyordum. Beni çağırıyorlardı. Hemen çalıştığım gazinoya giderek izin aldım ve hemen Adana'ya yola çıktım. Madem ki ailemin bana ihtiyacı var öyleyse iki elim kanda da olsa gitmem gerkeirdi. Yol boyunca anamın halini düşündüm durdum. Bu yaştan sonra başına bu olayda mı gelicekti. 20 saat sonra Adana garına vardı otobüsüm. Hemen bir faytona atlayıp eve gittim. Anamın eline sarılıp öpmeğe başladım. Bir kalbin ölümüne şahit oldum o gece. Annem konuşmuyordu. Alnında derinin altında gizlenen ve henüz meydana çıkmayan belli belirsiz buruşukluklar bütün yüzünü kaplamıştı. Bütün gücümle yüzüne bakıyor ve o güne kadar bilmediğim çizgiler farkediyordum.
Neden sonra Sermet Ağabeyimin öyküsünü anlattı. Bir süre Adana'da kalmamı ve çalışıp ocaklarına yardım etmemi istedi. Başımıza gelen ani felaket, beni müzikten ve amaçlarımdan koparacak kadar büyüktü.
Kendimi aşılmaz bir duvarın ötesinde görüyor, normal adetler ve normal hayatın diğer tarafta bulunduğunu ızdırapla düşünüyordum.
Adana'nın yabancısı olmadığım bir işte çalışmaya başladım.Tarım işçiliği yapıyordum. Sabahın erken saatlerinde kalkıyor tarlanın başına gidiyordum. Ortalık aydınlanırken 15'er kişilik gruplar halinde bir sıra oluşturur ve kazma, dövmeğe başlardık. Kozaların etrafında kabuk bağlamış bazı yabancı bitkileritoprağı kırarak yok etmeğe çalışırdık. Buna kozaların havalandırma işlemi deniliyordu biz ırgatlarca.
25 yaşına basmıştım artık . Delikanlılık çağımızın çevherini taşıyorduk. İstanbul hayal kent olmuştu benim için. Unutup gitmiştim. Zeren Plak Fiması diye bir plak firmasından çağrı aldım. Adanalı bir arkadaşımdı sahibi. Adı yanılmıyordam Mehmet Zerentürk'dü. Bana plak doldurmamı önerdi. İlk plaklarımı doldurmamdan bu yana, ikibuçuk yıl geçmişti. Yedinci 45 'liğimi Zeren Firması adına doldurdum. '' kaderimsin ''. Plak büyük bir ilgi gördü. Özellikle Adana ve yöresinde binlerce adet sattı. Plak kapağının üzerindeki fotoğraflardan tanıyanlar beni birbirlerine gösteriyorlardı.

<<SAYFA1>> ........................................................................................................................................<<SAYFA3>>


E-MAİL:hturk1@hotmail.com